18 Aralık 2012 Salı

KALBİN ÖZELLİKLERİ


KALBİN ÖZELLİKLERİ
•Kalp insanın göğüs boşluğunda iki akciğer arasında olan yumruk büyüklüğündeki bir organımızdır.
• Vücudun orta hattının sol tarafında olacak şekilde yan yatmış pozisyonda bulunur.
•Kalp 12 cm uzunluğunda ve 9 cm genişliğinde  içi boş kassal bir organdır.
•Kalp genelde kadınlarda 250-280 gr, erkeklerde ise 280-300 gr’dır.
•Kanı bütün vücuda ve akciğerlere göndermekle görevli olan kalbin dakikadaki dinlenme atışı yetişkinlerde yaklaşık 60-80 arasındadır, çocuklarda ise bu sayı dakikada 90-140 arasındadır.
•Dakikada 5-35 litre arası, günlük ise 9000 litre, yılda 40 milyon kanı vücuda pompalar.


KALBİN YAPISI
KALP KASI : Kalp kası tipik bir iskelet kası gibi çizgilidir. Kalp kasının tipik miyofibrilleri, iskelet kasındakilerin hemen hemen aynı olan aktin ve miyozin filamentleri içerirler. Bu filamentler  iç içe geçmiştir ve kasılma sırasında iskelet kasında olduğu gibi birbirleri üzerinde kayarlar. Ancak kalp kası, başka bakımlardan iskelet kasından oldukça farklıdır.

KALBİN ODACIKLARI: Kalpte 4 odacık bulunur. Her iki tarafta da üstte atriyum altta ise ventrikül olarak isimlendirilen odacıklar bulunur. Sağ atrium (Sağ Kulakçık), Sol atrium (Sol Kulakçık), Sağ Ventrikül (Sağ Karıncık), Sol Ventrikül (Sol Karıncık). Bu odacıkları kalbin içini bölen duvarlar oluşturmuştur. Bu odacıklardan kalbin tepe bölümündekilere Kulakçık (Atrium), taban bölümündekilere ise Karıncık (Ventrikül) adı verilir.




KALP KAPAKÇIKLARI :Kalpte 4 kapakçık bulunur.Kalp kapakçıklarının amacı kalpte kan akışının yalnızca tek yönde ilerlemesini sağlamak ve kanın geriye dönüşünü engellemektir.

Atriyoventriküler kapaklar:Atriyoventriküler kapaklar atriyumlar ile ventriküller arsındadırlar ve kanın atriyumlara geri kaçışını önlerler. Sağda olan atriyoventriküler kapağa triküspid kapak, soldakine ise mitral (biküsbit)kapak denir.



Semilunar kapaklar: Semilunar kapaklar ise pulmoner arter ve aortadaki kanın ventriküllere (karıncık) geri dönmesini önler. Sol taraftaki aortik semilunar kapaktır, daha kalın ve daha güçlüdür. Sağ semilunar kapak ise pulmoner arter(Sağ kalpteki oksijen oranı az olan kanı akciğerlere taşıyan ve sağ ventrikülden başlayan damarlara pulmoner arterler denir) ve sağ ventrikül arasındadır ve pulmoner semilunar kapak adını alır.





KALBİN TABAKALARI:
Endokardiyum: Kalbin bütün iç yüzeyini (girinti, çıkıntı ve kapakçıklar dahil) örten epitel doku zarıdır.
Miyokardiyum: Kalp kaslarından oluşmuştur. Kaslar, enine çizgilenme göstermektedir. Kalınlık atriumda en ince olup sol ventrikülde en fazladır.Bunun nedeni sol ventrikülün yüksek başınçlı bir sisteme karşı kan pompalamasıdır. Kan ve lenf damarları ağı da iyi gelişmiştir.
Epikardiyum: Kalbin bu dış tabakası tek tabaka halinde düzenlenmiş hücreler tarafından örtülmüştür. Bu hücreler kalp çalışmasına bağlı olarak devamlı şekil değiştirirler. Mezotelin altında sayısız elastik lif içeren ince bir bağ dokusu tabakası  vardır.



KALP İSKELETİ:
Merkezi olarak bulunan ve kalbe desteklik yapan kalp iskeleti dens  fibröz bağ dokusundan meydana gelmiş olup, içerisine kalp lifleri sokulur ve üzerine de kapakçıklar yapışır.


KALBİN ÇALIŞMASI

•Kalp kası beyinden sonra en fazla kana gereksinim duyan organdır. Kalp kendini besleyen kanı aortadan ayrılan arterlerden alır. Bu arterlere koroner damarlar denir. Koroner arterler iki tanedir ;sağ ve sol koroner arterler. Kalbin kan ihtiyacı esas olarak kalp gevşediğinde sağlanır. Çünkü kalp kası kasıldığı zaman koroner damarlar sıkışırlar ve kan akımı engellenir .Sağ koroner arter genelde kalbin sağ tarafını besleyen dallara sahip olmakla birlikte sol ventriküle de uzanan dalları vardır. Sol koroner arter ise başlıca kalbin sol bölümünü besler fakat az miktarda da olsa sağ ventriküle de kan gönderir.
•Kalp pompaladığı kanın % 5 ini kendi dokusu için pompalar.
•Kalp kası uyarılması için sinirsel impulsa gereksinimi olmayan, kendi uyarılarını kendisi oluşturabilme özelliği olan bir kastır. Kalp kası otonom sinir sisteminin etkisi altındadır, ancak bu etki kalpteki uyarıları başlatma değil, kalbin kendiliğinden oluşturduğu kasılmayı düzenleyici niteliktedir.
•Kalbe parasempatik uyarıyı getiren sinir nervus vagustur. Parasempatik uyarının artması ,kalp hızını ve kalbin kasılma gücünü azaltır. Sempatik uyarıda ise kalp hızı ve kasılma gücü artar. Bu etkilerin ortaya çıkmasından sorumlu olan nörotransmitterler asetilkolin ve norepinefrindir.
•Kalp, sürekli kasılıp gevşeyerek çalışır. Kalbin kasılmasına sistol, gevşemesine diastol denir. Kalpte her iki kulakçık ve karıncık ile birlikte kasılıp gevşer. Kulakçık ve karıncıkların kasılıp gevşemesi kanın hareketi için itici bir güç oluşturur. Bu kasılıp gevşeme birbirine zıttır. Kulakçıkların her ikisi aynı anda sistol durumundayken karıncıklar diastol durumuna geçer. Kalbin bir sistol ve diastol hareketine kalp atışı denir. Gevşeme  anında odacık kanla dolar, kasılma anında ise kan pompalar.
•Her bir kalp atışı 0,85 saniye sürer.Bunun 0,15 saniyesinde kulakçıklar,0,30 saniyesinde karıncıklar kasılır. Geri kalan 0,40 saniyede ise kalp dinlenir.
•Sol karıncığın her sistolünde kan aort içine nabız adı verilen vurular halinde pompalanır.
•Her bir kalp döngüsü sırasında stetoskoptan normal olarak 2 ses işitilir. Ventrikül sistolünün başlaması ile mitral ve triküspit kapaklarının kapanmasının sebep olduğu pes ve biraz uzun olan ses birinci sestir. Ventrikül sistolünün bitiminden hemen sonra aortik ve pulmoner semilunar kapakların kapanmasının sebep olduğu daha kısa ve tiz olan ses ikinci sestir.
•Egzersiz kalpten bir dakikada herbir ventrikülden atılan kanın miktarını 5 kat artırabilir.

Kalbin Çalışması
-Kulakçıklar gevşerken karıncıklar kasılır.
Kulakçıklar gevşerken; kirli kan alt ve üst ana toplar damarla sağ kulakçığa gelir.Sol kulakçığa ise akciğerlerde temizlenen kan akciğer toplardamarıyla gelir.
Karıncıklar kasılırken; kapakçıklar kapanır. Sağ karıncıktaki kirli kan temizlenmesi için akciğer atardamarı ile akciğere gönderilir.Sol karıncıktaki temiz kan ise aort atardamarı ile vücuttaki hücrelere pompalanır.
-Kulakçıklar kasılırken karıncıklar gevşer.
Kulakçıklar kasılırken; sağ kulakçıktaki kirli kan sağ karıncığa geçer . Sol kulakçıktaki temiz kan sol karıncığa gelir.
Karıncıklar gevşerken; sağ ve sol kulakçıktan gelen kanlar depolanır.


 (şekildeki 2' li kapak ve 3' lü kapağın yerleri hatalıdır değiştirlmesi gerekir )

Kalbin Özel İleti Sitemi
Kalp kasında uyarıların başlatıldığı ve iletildiği özel bir sistem vardır. Bu sisteme kalbin uyarı ve
ileti sistemi denir.
Kalp kası hücrelerinin özelleşmesi ile oluşan bu yapılar şunlardır.
1) Sinoatrial düğüm
2) Atrioventriküler düğüm:  Triküspid kapağın arkasında sağ kulakçığın arka duvarında bulunur.
3) His demeti, His demetinin sağ ve sol dalı: Karıncıklar arası bölmede bulunur.
4) Purkinje sistemi : Karıncık kaslarına dağılan his demetinin daha küçük dallarına purkinje lifleri denir. Purkinje lifleri uyartıyı karıncık kaslarına ileterek karıncıkların kasılmalarını sağlar.

Sinoatrial düğüm dakikada 70-80, atrioventriküler düğüm 40-60 ,his demeti ve Purkinje lifleri ise daha düşük hızlarda (15-40 kez) kendiliğinden impuls oluşturma özelliğindedir.
Kalbin normal çalışmasında uyarıların çıktığı yer sinoatrial düğümdür, bu nedenle bu düğüme hız belirleyici anlamına gelen pacemaker denilir. Sinoatrial düğümden çıkan bir aksiyon potansiyeli önce atriumların kasını uyarır sonra atrioventriküler düğüme gelir. Uyarı atrioventriküler düğümü geçerken hızı biraz yavaşlar, burada 0,1 saniyelik bir gecikmeye uğrar.  Daha sonra uyarı His demetine, His demetinin sağ ve sol dallarına geçerek sağ ve sol ventrikül kasındaki Purkinje sistemine ulaşır.

Uyarının atrium kasında yayılması sonucunda atrium sistolü, ventrikül kasında yayılması sonucu ventrikül sistolü meydana gelir.

Atriumların sistolü ile atriumlar içlerindeki kanı ventriküllere, ventrikül sistolü ile de  ventriküllerin içindeki kan aort ve pulmoner arter içine pompalanır.
Sinoatrial düğüm çalışmadığı veya sinoatrial düğümden çıkan uyarıların iletilememesi  gibi anormal koşullarda, atrioventriküler düğüm veya diğer yapılar kalbin durmasını engellemek için görevi üstlenip uyarı çıkarmaya başlar.




Kaynaklar:


Hazırlayan: GAMZE NAR






22 Haziran 2012 Cuma

Akışı Değiştirenler


Mohandas Karamçand Gandi



Mohandas Karamçand Gandi , 2 Ekim 1869 – 30 Ocak 1948 yılları arasında yaşamıştır. Gerçek ve kötülüğe karşı aktif ama şiddet unsuru içermeyen direniş ile ilgili olan Satyagraha felsefesinin öncüsüdür. Bu felsefe Hindistan'ı bağımsızlığına kavuşturmuş ve dünya üzerinde vatandaşlık hakları ve özgürlük savunucularına ilham kaynağı olmuştur. Gandi Hindistan'da ve dünyada, Tagore tarafından verilen ve yüce ruh anlamına gelen mahatma ve baba anlamına gelen bapu adıyla anılır.
Gandi ilk olarak Güney Afrika'da Hint topluluğunun vatandaşlık hakları için barışçı başkaldırı uyguladı. Afrika'dan Hindistan'a döndükten sonra yoksul çiftçi ve emekçileri baskıcı vergilendirme politikasına ve yaygın ayrımcılığa karşı protesto etmeleri için örgütledi. Hindistan Ulusal Kongresi'nin liderliğini üstlenerek ülke çapında yoksulluğun azaltılması, kadınların serbestisi, farklı din ve etnik gruplar arasında kardeşlik, kast ve dokunulmazlık ayrımcılığına son, ülkenin ekonomik yeterliliğine kavuşması ve en önemlisi olan Swaraj yani Hindistan'ın yabancı hâkimiyetinden kurtulması konularında ülke çapında kampanyalar yürüttü. Gandi Hindistan'da alınan Britanya tuz vergisine karşı 1930'da yaptığı 400 kilometrelik Gandi Tuz Yürüyüşü ile ülkesinin Britanya'ya karşı başkaldırmasına öncülük etti. 1942'de Britanyalılara açık çağrıda bulunarak Hindistan'ı terketmelerini istedi. Hem Güney Afrika hem de Hindistan'da birçok kere hapsedildi.
Gandi her durumda pasifizm ve gerçeği savunarak bu görüşlerini uyguladı. Kendi kendine yeterli olan bir aşram kurarak basit bir yaşam geçirdi. Çıkrık ile örülen geleneksel dhoti ve örtü gibi giysilerini kendisi yaptı. Önceleri vejetaryen iken sonraları yalnızca meyve ile beslenmeye başladı. Hem kişisel arınma hem de protesto amacıyla bazen bir ayı aşan oruçlar tuttu.
Gandi, Güney Afrika'da Hintlilere uygulanan ayrımcılığa maruz kaldı. İlk olarak elinde birinci mevki bileti olmasına rağmen üçüncü mevkiye geçmediği için Pietermaritzburg'da trenden atıldı. Daha sonra yoluna at arabası ile devam ederken, Avrupalı bir yolcuya yer açmak için arabanın dışında basamak üzerinde yolculuk etmeyi reddettiği için sürücü tarafından dövüldü. Yolculuğu esnasında bazı otellere alınmamak gibi çeşitli zorluklarla karşı karşıya kaldı. Benzer diğer olaylardan birinde bir Durban mahkemesi yargıcı türbanını çıkarmasını emrettiğinde buna karşı çıktı. Sosyal haksızlıklar karşısında uyanmasına neden olan bu olaylar hayatında bir dönüm noktası olmuş ve daha sonraki sosyal eylemciliğine temel oluşturmuştur. Güney Afrika'da Hintlilerin maruz kaldığı ırkçılık, önyargı ve haksızlıklara doğrudan tanık olmuş ve halkının Britanya İmparatorluğu içindeki yeri ile kendisinin topluluk içindeki yerini sorgulamaya başlamıştır.
Çoğunluğu Britanyalı olan toprak sahiplerinin milis kuvvetleri tarafından baskı altında tutulan köylüler aşırı yoksulluk içindeydi. Köyler son derece pisti ve hijyenik değildi. Alkolizm, kast sistemi nedeniyle yapılan ayrımcılık ve kadınlara karşı uygulanan ayrımcılık çok yaygındı. Yıkıcı bir kıtlık olmasına rağmen Britanyalılar giderek artan yeni vergiler koymakta ısrarcıydı. Durum ümitsizdi. Gandi kendisini uzun zamandır destekleyenlerle ve bölgeden yeni gönüllülerle burada bir aşram kurdu. Kötü yaşam koşulları, çekilen acılar ve uygulanan vahşet köylerin detaylı olarak incelenmesiyle kayıt altına alındı. Köylülerin güvenini kazanarak buraların temizlenmesine, okullar ve hastaneler kurulmasına öncülük etti. Köy liderlerini yukarıda belirtilen toplumsal sorunları ortadan kaldırmaları için cesaretlendirdi.
Ama asıl etki, polis tarafından huzursuzluk yaratma nedeniyle tutuklanıp eyaleti terketmesi istendiğinde başgösterdi. Yüzbinlerce insan hapisane, karakol ve mahkemelerin önünde protesto gösterilerinde bulunarak Gandi'nin salınmasını istedi. Mahkeme isteksizce Gandi'yi salmak zorunda kaldı. Gandi toprak sahiplerine karşı protestolar ve grevler düzenledi. Britanya hükümetinin yönlendirmesiyle toprak sahipleri bölgenin yoksul köylülerine daha fazla yardım edeceklerine, ürettiklerini tüketebileceklerine ve kıtlık bitene kadar vergileri kaldıracaklarına dair bir antlaşma imzaladı. Bu karışıklık sırasında insanlar Gandi'ye Bapu (Baba) ve Mahatma (Yüce Ruh) demeye başladı. Kheda'da, Sardar Patel Britanyalılarla yapılan pazarlıklarda köylüleri temsil etti. Pazarlıklar sonrasında vergiler askıya alındı ve tüm tutuklular salıverildi. Bunun sonucunda Gandi'nin ünü tüm ülkeye yayıldı.
Hintlilerin Britanya malı kumaşlar yerine elle dokunmuş khadi kumaşı kullanmasını savundu. Gandi yoksul zengin demeden tüm Hintli erkek ve kadınların bağımsızlık hareketini desteklemeleri için her gün khadi kumaşı dokumasını tavsiye etti.Ancak hareket doruk noktasına ulaştığında Şubat 1922'de, Uttar Pradeş'in Chauri Chaura şehrinde şiddetli çatışma sonucu birdenbire sona erdi. Hareketin şiddete doğru yönelmesinden ve bunun bütün yapılanları yıkmasından korkan Gandi ulusal itaatsizlik kampanyasını sona erdirdi. Ayrıca işbirliği yapmama sırasında Hindu ve Müslümanlar arasındaki işbirliği parçalanmaya başlamıştı. Gandi bu farklılıkları 1924 sonbaharında yaptığı üç aylık oruç  gibi yöntemlerle ortadan kaldırmaya çalıştı ama çok başarılı olamadı.
Hindistan'ı Terket mücadelenin tarihindeki en kuvvetli eylem oldu, toplu tutuklamalar ve şiddet tahmin edilemeyen boyutlara ulaştı. Binlerce eylemci polis ateşiyle öldü ya da yaralandı, ve yüzbinlerce eylemci tutuklandı.
Gandi ve Kongre Çalışma Komitesinin tamamı Britanyalılar tarafından 9 Ağustos 1942'de Bombay'da tutuklandı. Gandi ağır bir sıtma krizi geçirdi. Sağlığının kötüleşmesi ve ameliyat gereksinimi nedeniyle savaş sona ermeden 6 Mayıs 1944'te salıverildi. Britanyalılar Gandi'nin hapiste ölmesi karşısında ülkeyi kızdırmak istemedi. Her ne kadar Hindistan'ı Terket eylemi hedefine ulaşma konusunda tam başarılı olamadıysa da eylemin acımasızca bastırılması 1943'ün sonlarında Hindistan'a bir düzen getirdi. Savaşın sonunda Britanyalılar yönetimin Hintlilere verileceğine dair bariz açıklamalarda bulundu. Bu noktada Gandi mücadeleyi durdurdu.
30 Ocak 1948'de, Yeni Delhi'de bulunan Birla Bhavan 'ın (Birla Evi) bahçesinde gece yürüyüşünü yaparken vuruldu ve öldü. Suikastçı Nathuram Godse Hindu bir radikaldi ve Pakistan'a ödeme yaptırılmasında ısrar ederek Gandi'nin Hindistan'ı zayıflattığını savunan aşırı uç görüşteki Hindu Mahasabha ile bağlantısı vardı.

NOT:Gandhi isimli biyografik filmi izleyerek de çok güzel bilgilere sahip olabilirsiniz.Süresi 3 saat 10 dakikadır.


HASAN SABBAH


1035-1124 yılları arasında Büyük Selçuklu Devleti zamanında yaşamıştır.Şii inancının önderleriyle temas etmiş ve Şiiliği benimsemiştir. Dini çalışmalarını geliştirmek için Fatimiler'in hakim olduğu Kahire'ye gitmiştir. Hasan Sabbah, yaklaşık 9 yıl çeşitli kentleri gezerek, İsmailliliği yaymaya çalıştı. İran'a döndüğünde Selçuklu sarayında yüksek bir memuriyetle işe başlayacaktır. Bu dönemde ünlü Büyük Selçuklu veziri Nizamülmülk'ün emrinde çalışmaya başlamıştır.Fakat daha sonra ordan kötü bir şekilde ayrılmıştır.
 Kesin olarak bilenen ise Hasan Sabbah'ın yoğun dini çalışmalarından sonra örgütlenmeye başladığı ve Alamut kalesini ele geçirip burada üslenmesidir. Söz konusu kalede 2 000 müridinin yaşadığı söylenmektedir. Dönemin ileri gelenlerine yönelik suikastleri işletmek için fedailerine haşhaş vererek (bu daha çok muhalifleri tarafından uydurulduğu söylense de) onların zihinlerini kontrol ettiği bilinmektedir. Bu yüzden örgütün adı Haşhaşiler olarak anılagelmiştir. 11. yüzyılın sonlarında Elbruz dağlarının en sarp zirvelerinden birinde yükselen Alamut kalesinin ve kalenin komutanı Hasan Sabbah’ın öyküsü  Alamut kalesinin efsanevi güzellikteki bahçesine açılan uzun koridorda başlıyor. Sıkı bir Kuran eğitiminden geçirilmiş ve eğitimi başarıyla tamamlamış mürit cennete bir ziyaretle ödüllendirilmiş, koridorda yürümektedir. Koridor boyunca sağlı sollu haşhaş tütsüleri vardır ve mürit her adımda bir miktar daha kendinden geçmektedir. Kalp ritmi değişir, beyni hiç olmadığı gibi işlemeye başlar, bilinci iyiden iyiye bulanıklaşır. Renkler ve zaman her zamankinden farklıdır, yaşadığı his daha önce yaşadığı hiçbir hisse benzememektedir ve mürit garip bir şekilde kaygısız, bir o kadar da mutludur. Mutluluk koridorda atılan her adımda biraz daha artar ve cennetin kapısına ulaşıldığında artık doruktadır. Kapı aralandığında yeryüzünde gördüğü her yerden daha güzel bir bahçe çıkar müridin karşısına ve onu daha önce hiç görmediği kadar güzel kadınlar karşılar burada. Her şey tam da Kuranda anlatıldığı gibidir, cennet harikadır ve bu kısa ziyaretin tadı müridin damağında kalır. Artık yaşadığı bu kusurlu dünya onun umurunda değildir, tek istediği kısa bir ziyaret yaptığı cennete ebediyen kavuşmaktır. Bunun ise tek yolu vardır, kusursuz iman ve itaat. Mürit tanrının bu dünyadaki temsilcisi olan ve ona cenneti gösteren Hasan Sabbah’a sorgusuz ve kusursuz itaat etmeli, gerektiğinde canını vermelidir. Zaten yaşadığı hayatın ne önemi vardır ki, ölüm onun için çile dolu yaşamından kurtuluş ve zevk dolu yeni hayatına başlamak demektir.

İşte Hasan Sabbah bu şekilde tarihin ilk ve belki de en korkunç terör örgütünü yarattı. Müritleri gözlerini bile kırpmadan öldü veya öldürdü. Selçuklu veziri dahil, Hasan Sabbah’ın canını sıkan kim varsa onun suikastçılarının hedefi oldu ve fedaileri ölümüne savaşıp Alamut kalesinin fethedilmesini engellediler. Hasan Sabbah, nüfuzunu artırarak cinayet faaliyetlerine hız vermiştir. Yeni yeni yerler alırken diğer taraftan propaganda faaliyetleriyle Selçuklu Devletini baskı altında tutmustur.Hemen hergün 5-10 insan fidâiler tarafından öldürülüyordu. Sultan Berkyaruk dahi suikastlerden nasibini almışt1r. Neyseki canlı kurtulabilmişti. Hasan Sabbah’ın öldürttüğü şahsiyetler genelde siyasi dini ve askeri kesimden insanlardı. Bu nedenle ülkede adeta terör havası esiyordu. Hasan Sabbah ise 1124 yılındaki ölümüne dek kalesinde saltanat sürdü.

BU BİLGİLERİN DOĞRU OLMADIĞINI SÖYLEYEN KİŞİLERİN DE  SESİNİ DUYMAK GEREKİR.ŞİMDİ O DÜŞÜNCELERE BAKALIM…

Hasan Sabbah, fedailerini sahte cennet vaadiyle kandırıp, onları uyuşturucuya alıştırıp, eylemlere gönderiyormuş.  Oysaki gerçekler çok daha farklıdır. Gerçekte Hasan Sabbah, kötülüklere, haksızlıklara karşı gelmiş ve öğrencilerini de bu doğrultuda eğitmiştir. Onlara asla ve asla haksızlığa boyun eğmemelerini öğütlemiş, bu uğurda gerekirse yaşamlarını ortaya koymalarını öğütlemiştir. Hasan Sabbah’ı izleyen öğrencileri, yer yer fedai eylemler geliştirip, haksızlıkların üzerine gittiklerinden dolayı doğal olarak muhalifleri bunun karşıt propagandasını yapmışlardır. Ama bilinmelidir ki, bir kişiye ne kadarda uyuşturucu verilirse verilsin, o kişi asla böyle kolay eylemler yapamaz. Aksine uyuşturucu alan kişi hantallaşır. Kısacası kabul etmesi gerekilen gerçek, Haşhaşilerin, çok bağnaz bir imandan başka uyuşturucuları yoktu. Bu yüzden Hasan Sabbah’tan bahseden Alamut ve Alamut’a Dönüş kitapları çelişkilerle dolu, yarısından çoğu safsata, Haşhaş alarak insan nasıl atak ve dikkatlice bir cinayet işleyebilir?


     Aslında isimleri “Haşhaşiyün” bile değildi. “Sır Bekçileri” anlamına gelen "Assasin" den kulaktan dolma bir şekilde türetilen bir sözcüktür. Ayrıca Hasan Sabbah adamlarına "Dinin Esası" anlamına gelen "Esasiyun" diye seslenmeyi de severdi ki  bu dünyayı korkutan bu adamları karalamaya çalışan dönemin Türk hükümdarları, Batı’nın ileri gelenleri, Haçlılar ve Alamut’u görmeden yazan Marco Polo’nun çarpıtmaları sonunda Haşhaş içirme damgası vuruldu. Peki bu Haşhaş muhabbeti nerden geldi? Hasan Sabbah’ın bitki tutkunu olduğu da bilinirmiş ki bunun yalan olma ihtimali çok yüksektir.
Haşhaşi deyiminin ortaya çıkmasının nedeni onun müritlerinin Hasan Sabbaha körü körüne bağlanması, adeta aklı çıkmışçasına Şeyhinin söylediği her şeyi tartışmasız yapmalarında aranmalıdır. Tapınak Şövalyeleri Alamut Kalesine gittiklerinde, Hasan Sabbah onları etkilemek için kalenin yukarısında duran müritlerinden üçüne işaret ederek aşağıya atlamalarını istemiş ve onlar da hiç tereddüt göstermeden atlayınca Tapınakçılar bu olaydan oldukça etkilenmişlerdir. Bu tavır o insanların uyuşturucu almadan bunu yapmalarının mümkün olmadığı fikrine götürmüş olabilir. Halbuki İsmailiye Mezhebinde lidere itaat Allah’a itaat olarak kabul edilmekte ve  İmam yeryüzünde Allah olarak kabul görmekteydi.


1256 yılında Moğolların ve Mısır Memlük sultanı Baybars'ın çifte saldırısı Assasiyun(Haşhaşi) iktidarına son verdi.

NOT:Fedailerin Kalesi Alamut adlı kitabı okuduğunuzda bilgi sahibi olabilirsiniz.Güzel akıcı bir kitaptır.Hasan Sabbah hakkında kesin yargılarla konuşmamamız gerektiğini düşünüyorum, okuduğumuzun bir roman olduğunu unutmamalıyız.



20 Haziran 2012 Çarşamba

Rize & Trabzon

Öncelikle Trabzon macerasından başlamak lazım. Macera diyorum çünkü babamla oraya gidene kadar ne zorluklar yaşadık :) Benim çok kıymetli uykuma son vermeyip geç saatte Trabzon'a gidince Sümela Manastırına çıkan bütün araçları kaçırdık.Aktarma yapa yapa Maçka'ya geldik sonra mecburen taksi tutup çıktık.Buradan sonra herşey güzeldi tabi.güzel ve zorlu bir yürüyüşle manastıra çıktık.






Gerçekten manzarası harika bir yer.İnsanlar buraya hayretle bakıyor.İstanbulda olduğu gibi orada da çok sayıda Arap ve İranlı vardı.Neyse biz gezmeye başladık.Çok etkileyici kısımları vardı.Yukarıdaki freskte resmin sol tarafında MHP gibi görünen yazı sonradan yazılmamıştır.M'ye dikkat edilirse orda çarmıha gerilmiş İsa'yı görmemiz mümkün.Sonradan yazılmadığına sevinmem uzun sürmedi utandırıcı kısımlarda görmedik değil.Yandaki
fotoğrafta olduğu gibi.





Gezmeye devam ederken artık dışarı çıkma vakti geldi.Şimdi de Sümela Manastırına dışardan bakalım.Babam o kadar etkilendi ki kaç gün 'nasıl yapmışlar onu oraya' dedi durdu.Biraz da manzarasına bakmak lazım.Manzarasının da manastırı aratan bir yanı yoktu.


Biz daha sonra memleketim olan Rize'ye döndük ve Rize gezimiz başladı.
Rize de önce Ayder Yaylası civarlarında piknik yaptık çok güzel geçti.O kadar güzel ki her yerden bir su çıkıyor ve haziran ayının ortasında olmamıza rağmen hala karlı tepeler var.



Aşağıdaki yer de deresinin nereden geldiği belli olmayan karlarla kaplı bir bölge.Biz görünce çok etkilendik görülmeye değer bir yer.

Rize'nin balı meşhurdur.Onların sofralara gelmesini sağlayan yerleri görmeden olmaz tabi.Ben arabadan dan diye atlayınca çekmek için dur yahu nereye sesleri eşliğinde arabanın kapısı kapandı.Arılar tehlikeliymiş ben korkmadığım için hiç :)






ve işte yaylada uzanmak gibisi yok :)










Yayladan çıkıp uzun bir yolculuk sonrası Zilkale'ye vardık.O

kadar muhteşem bir yere yapılmış ki doğası etrafında akan yeşil

deresi muhteşemdi.Oturup akşama kadar sesimi çıkarmadan çay

içebilirdim orda.











                                              Pazar Kız Kalesini de görmeden gelmek olmazdı.

Pazar benim esas memleketimdir,nerelisin diye soranlara Pazarlıyım derim :) ve benim köyde geleneksel olarak yaptığım bişey vardır.Akrepleri taşın altından çıkarıp incelemek.İnsan vazgeçemiyor işte :) Çocukken daha çok yapardım ama.Neyse uzmanlaştığımdan mıdır nedir ilk taşın altından çıktı bir tane.







Teşekkürler...


1 Haziran 2012 Cuma

Marmaray Keşifleri

Marmaray projesi kapsamında Yenikapı'da deniz seviyesinin 1 metre altında çok sayıda halat kalıntısının bulunması kazı çalışmalarının genişletilmesini sağladı. Çalışmalar neticesinde M.S. 4'üncü yüzyılda kurulan ve 7'nci yüzyıla kadar aktif konumunu sürdüren Bizanslılar'a ait Theodosius Limanı bulundu.


 Kazılar yerin 10 metre derinine kadar sürdürüldü. Alandaki kazı sırasında, 9 metre 40 santim derinlikte karşılaşılan bir iskelet kazı heyetini heyecanlandırdı. İskeletin etrafı açıldığında bugüne kadar alışılmışın dışında bir mezarla karşılaşıldı. 



Başı batıya, ayakları doğuya doğru yatırılan iskeletin yanında dönemin silahı yay olduğu tahmin edilen bir alet bulundu. Sal şeklinde mazgallı bir ahşabın üzerine yatırılan iskeletin, bebeğin ana rahmindeki duruş pozisyonunda gömüldüğü belirlendi. Cinsiyeti belirsiz iskeletin dişlerinin sapasağlam olduğu görüldü. İskeletin diş özünden alınacak bir örnekle DNA yapısı, nasıl öldüğü ve hangi kavime ait olduğunun tespit edilebileceği belirtildi. İskeletin ayakucunda, çömlek içinde 5 yaşlarında olduğu tahmin edilen bir de çocuk iskeleti bulundu. Daha önce 'Kepçe girsin mi girmesin mi' tartışmalarının yaşandığı bu alanda böylelikle 8 bin 500 yıl öncesine ait bilgileri günümüze taşıyacak veriler bulunmuş oldu. 



Bilinen en eski İstanbullu'ya ait olduğu belirtilen bu veriler, 'İstanbul'u Bizanslılar kurdu' tezini de sona erdirdi. Cilalı Taş Devri'ne ait olduğu ortaya çıkan ve bataklık içinde yer alan 'urne' tipi mezarın ortaya çıkarılmasıyla İstanbul'da tarihin ilk insan topluluklarının burada yaşadığı kesinleşmiş oldu. 


Yenikapı’da son olarak bulunan iki çok iyi korunmuş iskeletten önce çıkarılan bazı eserler şöyle: Neolitik döneme ait üç hoker (cenin pozisyonu) mezar ve sekiz de urne (ölünün yakılarak kemiklerin doldurulduğu çömlek) biçiminde mezar bulundu.



3 ayrı bölgede sürdürülen kazılarda Marmaray kazı alanında 13, Metro kazı alanında 22 olmak üzere değişik ölçü ve tipte 5-11. yüzyıllara tarihlendirilen 35 tekne kalıntısı gün ışığına çıkarıldı.
Dünya'nın en geniş repertuarına sahip antik tekne koleksiyonlarından birini oluşturan Yenikapı batıkları, Bizans Dönemi gemi tipolojisi, gemi yapım teknolojileri ve bu teknolojinin gelişimine ilişkin önemli bilgiler sunmaktadır.
Kazı alanında 2011 yılının Haziran ayında ortaya çıkartılan ve son günlerde Bizans gemi kalıntısı olarak basında çok sayıda haberi yer alan Yenikapı 35 adlı Batık, Theodosius Limanı kalıntıları arasında çok özgün bir yere sahip. Kalıntının mevcut uzunluğu yaklaşık 15 m, mevcut genişliği ise 5m dir. Batığın yükü içinde değişik tiplerde amphoralar yer almaktadır. Boyutları açısından Liman'da bulunan en büyük kargo gemilerinden biri, ahşap özellikleri açısından ise bulunan en sağlam batık özelliğine sahiptir. İlk veriler ışığında batığın MS 4-5. yüzyıla ait olduğu düşünülmektedir.



Mimari alanın güneyinde ve doğusunda arkeolojik dolgunun devam edip etmediğinin anlaşılması amacıyla, sondaj yapan ekipler, eksi altı metre kotunda içi ve dışı siyah, gri renkli, çok iyi perdahlı çanak çömlek parçaları ile kemik ve çakmaktaşı aletlere rastladı. Uzmanlar Neolitik döneme ait buluntuların İstanbul’un merkezinde ortaya çıkmasının çok önemli olduğunu kaydedetti.


21 Mayıs 2012 Pazartesi

eskilerden hoş bir şarkı..


.tavsiye üzerine ;)


                                                                         

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Seri Katiller...

EDWARD GEIN (ED GEİN)

Gein, sürekli olarak kendi cinsiyetinin günah dolu doğasını anlatıp duran, aşırı mutaassıp, hükmedici bir anne tarafından yetiştirilmişti. 1945’te öldüğü zamanı Ed tüm hayatını korkunç bir baskıyla yönlendiren bu kadının hala duygusal olarak esiri olan 39 yaşında bir bekardı. Annesinin odasının pencerelerine tahtalar çakan Gein, orayı sanki mabetmiş gibi muhafız etti. Ancak evin geri kalan bölümler kısa zamanda çılgın bir adamın sapkınlıklarla dolu mezbahasına dönüştü.

Gein, komşular için birkaç ufak iş yaparak geçimini sağlamadığı zamanlardaki yalnız saatlerini dergilerdeki cinsiyet değiştirme ameliyatları, güney denizlerindeki kafa avcıları ve Nazi zulmünü anlatan yazıları okuyarak geçiriyordu. Onun kendi canavarlığı annesinin ölümünden birkaç yıl sonra başladı. Ümitsiz yalnızlığının ve ilerleyen psikozunun onu itmesiyle etrafındaki mezarlıklara giderek, oradan arta yaşlı kadınların cesetlerini çıkarıp uzaktaki çiftlik evine götürmeye başladı.

      Mutfağına girdikleri zaman, polisler kurbanın başı kesilmiş, içi boşaltılmış bedenini aynı bir av hayvanı gibi çatı kirişine baş aşağı asılmış şekilde buldular. Evin içine giren dedektifler kelimelerle anlatılamayacak korkunçlukta eşyalar buldular. İnsan derisi ile kaplanmış sandalyeler, kafataslarından yapılmış çorba kaseleri, kadın cinsel organlarıyla dolu bir ayakkabı kutusu, içi gazete kağıtlarıyla doldurulmuş ve duvara av hayvanlarının başları gibi asılmış insan yüzleri ve bir kadının vücudunun üst kısmından yapılmış, göğüsleri olan bir yelek. Gein daha sonra bu yeleği ve insan derisinden yapılmış giysileri giyerek kendini annesi yerine koyduğunu itiraf etmiştir.
Annesi hakkında bilinenler zaten alkolik ve zayıf olan kocasını ve çocuklarını kolayca etki altına alan, din saplantısı olan bir kadın olduğudur, ailesini finansal olarak destekleyen kadın, onları şehrin günah dolu yaşamından uzaklaştırmak amacıyla bir çiftlik evi almış ve burada çocuklarını diğer insanlardan uzak tutarak büyütmüştür.


           KATHERİNE KNİGHT

Doğum: 1956 Katherine Knight ömür boyu hapis cezasına çarptırılan ilk Avustralyalıydı. Ekim 2001'de, ayrılmış olmalarına rağmen boşanma davası devam eden kocası John Charles Thomas Price'ı öldürmekten tutuklandı. Knight bir mezbahada çalışıyordu. Kocası ise sık sık şiddete maruz kalıyordu. Kadın eski kocalarından birinin çenesini kırmış, bir başkasının da gözlerinin önünde sekiz haftalık yavru köpeğinin boğazını kesmişti. 29 Şubat 2000 günü Knight ve Price tartışmaya başladılar. Kadın boşanma davasından dolayı çılgına dönmüştü. Kasap bıçağıyla kocasını öldürdü. Otopside adamın vücudunda 37 bıçak izi tespit edildi. Yaraların çoğu çok derindi ve bıçak tüm hayati organlara saplanmıştı. Fakat dehşet daha yeni başlıyordu. Knight kocasını öldürdükten sonra derisini soymuş ve deriyi oturma odalarındaki kapıya taktığı bir et çengeline asmıştı. Sonra adamın cesedini parçalamış, kafasını bir tencereye koyup pişirmeye başlamış ve kalçalarından aldığı eti fırına atmıştı. Yanına da hazırladığı sebzelerle birlikte çocuklarına yedirmeye çalışmıştı. Çocuklar eve gelmeden önce ise polis yetişip kadını tutukladı. Mahkemede kadının ilk vahşet gösterisinin bu olmadığı ortaya çıktı. Knight'ın davası 2006'ya kadar sürdü ve sonunda ölüm cezasına çarptırılarak hapishaneye yollandı. 

MARY ANN COTTON 1832-1873 (KARA DUL)
Mary Ann Cotton 20 kadar kişiyi arsenikle zehirleyerek öldürmüş bir İngilizdi. 20 yaşında William Mowbray'le evlendi ve Plymouth'a taşındılar. Beş çocuklu çiftin çocuklarından dördü ateş ve mide ağrısından öldü. William ve Mary Ann bu ölümlerden sonra ülkenin kuzeydoğusuna döndüler ve üç çocuk daha yaptılar. Fakat bu çocuklar da öldü. Koca ise Ocak 1865'te bağırsak rahatsızlığından hayatını kaybetti. Bu noktada Mary Ann hayat sigortasından 35 bin pound aldı. Bu olay, daha sonra da sık sık tekrar edecekti. Yaşayan bir çocuğu ve ikinci kocası George Ward da bağırsak rahatsızlığı geçirip ölmüştü. Bir çocuğu daha ölünce, yerel gazeteler bu işin peşine düştüler. Mary Ann'in kuzey İngiltere'nin her yerinde dönem dönem yaşadığını, dört kocasının, bir sevgilisinin, bir arkadaşının, annesinin ve on iki çocuğunun öldüğünü ortaya çıkardılar. Bunların hepsi mide ve bağırsak hastalıklarından ölmüştü. Kadın, 24 Mart 1873'te asılarak idam edildi. Oldukça titiz bir kadın olduğu bilinen ve tarihe Kara Dul lakabıyla geçen Mary Ann Cotton'a celladı acımamış, hemen ölmesi için verilmesi gereken damlayı vermemişti. Cotton da bu sebeple ölmeden önce bir hayli acı çekmişti. 
GİLLES DE RAİS (MAVİ SAKAL)

1404 yılında Britanya'nın Machecoul şatosunda köklü ve soylu bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelmiştir.
Büyükbabasının isteği üzerine 1426'da Rais, Britanya ile Fransa arasındaki savaş için orduya katıldı. Yetenekli ve başarılı bir asker olan Rais, çevresinde ünlü bir asker olarak nam salmıştır. Bu savaş Rais'nin hayatında bir dönüm noktası olmuştur. Savaşın yarattığı yıkım, ölümler ve savaş şartları Rais'nin psikolojisinde farklı etkiler yaratmıştır. 1432'de büyükbabasının ölümüyle büyük bir mal varlığına sahip olan Rais, kendini zevke, sefaya adamıştır.Aşırı harcamaları yüzünden mali sıkıntıların bir sonucu olarak yaşadığı şatoyu ipotek ettirmiş ve topraklarının önemli bir bölümünü satmıştır.
5 yıl boyunca Fransa'da kız ve erkek çocuklar kaybolmaya başlamıştı. Bu kayıpların sırrı devam ederken Fransa'da bir cadı avı başlıyordu. Esrarengiz kayıplar hiç bir şekilde açıklanamamıştı. Çocukları kaçıran Rais, çocukların acı çekerek ölmesini seyrederek büyük bir keyif alıyordu. Yavaş yavaş ölen kurbanlarının enselerini kesiyordu. Kan kaybından ölmek üzere olan bir kurbanı acılar içinde ölene dek onunla cinsel ilişkiye giriyordu.Sonra kurbanlarının boğazını kesip kafasını gövdesinden ayırıyordu. İşkence çektirerek öldürdüğü çocukların kafalarını dizip güzellik yarışmaları düzenlerdi. Ailelerin şüphelenmesi üzerine hakkında ortaya atılan şikayetler sonuç vermemişti. Rais'nin güçlü ve soylu biri olması herhangi bir soruşturma başlatılmasını önlüyordu. İşlediği toplu cinayetler Rais de yakalanma endişesi yaratmış, 1438'de satın aldığı Jean Chantoce'ya ait şatoyu satın aldıktan sonra habersiz bir şekilde şatoya gelen Jean'ı haber alan Rais, tüm cinayet delillerini ortadan kaldırmayı başarmıştır. 

Şato'da çalışan uşakları zindanlara sinmiş olan çürümüş ceset kokusundan korunmak için maske takmaya başlamışlardır. Şato'da yer alan 140'tan fazla insan cesedini sandıklara yükleyip ilk yaşadığı şatoya taşıttıktan sonra burada hepsini yaktırmıştır. 1440'ta kendi mülkünü satın almak isteyen papaz Jean Le Ferron'u yakalatıp hapsettirdikten sonra kiliseyi karşısına almış, bir papazı hapsettirmekle kutsal değerlere saygısızlık yaptığı düşünülmüştür. Rais'yi tutuklamak için şatoya gelen okçular, buranın ocağında çok sayıda insan kemikleri ve Rais'nin yatak odasında kanlı çocuk elbiselerini bulmuşlardır. 


ALBERT FİSH

Kuzuların Sessizliği filmine ve filmin Kesh karakteri Hannibal Lecter'a ilham kaynağı olan seri katil.Genellikle küçük ve savunmasız çocukları kurban seçen Albert Fish, cinayetlerinde mutlaka işkenceler uyguluyor,etlerini yiyor, kurbanlarına acı çektirmekten büyük zevk duyarak, bunları din adına yaptığını düşünüyordu. 1920 yılına kadar yaklaşık 15 cinayet işlediği varsayılmaktadır. Seri katil, aynı zamanda kendi kendisine de çeşitli işkenceler uyguluyor, kendi idrarını içip, çivili sopayla kendini dövmek, kasıklarına iğne batırmak gibi cinsel ve fiziksel işkencelerle kendi günahlarını cezalandırdığına inanıyordu. İşkence yaptığı ve öldürdüğü çocukları "tanrıya verilen kurbanlar" olarak düşünüyordu.
1935 yılında yargılanmasının sonunda deliliğine kanaat getirildiyse de elektrikli sandalyede idam cezasına çarptırıldı. Kararı duyunca"Hiç tatmadığı bu büyük zevki tatmaktan mutlu olacağını" açıkladı. 

11 Mayıs 2012 Cuma

Hayvanların İlginç Özellikleri

Baykuşlar:


   Baykuşların öbür kuşlara göre daha fırlak olan gözleri neredeyse hareketsizdir ve baykuş başka yere bakmak isterse, kafasını çevirmek zorundadır; buna karşılık birçok tür, kafalarını yatay olarak  270°, yani bir çemberin 3/4'ü kadar çevirebilir ve başlarını yukarıya ve aşağı 180° döndürebilir.Birçok baykuşta yaklaşık bir göz büyüklüğünde kulak delikleri bulunurken, birkaç türde kafanın bütün yan kesimini kaplayan çok büyük kulak deliklerine rastlanır.Zifiri karanlıkta da işitme duyularıyla avın yerini tespit ederek yakalarlar. Kulakları, en küçük hışırtıyı işitebilecek duyarlılıktadır.Göz benzeri benekleri olan baykuşun (Glaucidium perlatum) başının arkasında belirgin gözleri bulunan taklit bir yüz bulunur. Bu da düşmanlarını caydırır.Bazı türlerde vücut ağırlığının yüzde beşini gözler oluşturur.Gece insanların gördüğünden 10 kat daha net görür.





Dikenli Balık:
Kuzey Amerika ve Avrupa boyunca gölcük ve nehirlerde bulunan erkek dikenli balıklar, birçok kuşunkinden çok daha özenle hazırlanmış yuvalar yaparlar.
Bu balık türü, su bitkilerinin parçalarını toplar, böbreklerinden salgılanan yapışkan bir sıvıyı fışkırtarak bitki parçalarını birbirlerine yapıştırır. Yuvaya uzun düzgün bir yığın biçimi vermek için çevresinde sürtünerek yüzer. Sonra bu yığının ortasından hızla geçerek, ön ve arka girişi olan ve arasından suyun aktığı bir tünel oluşturur. Bir dişi yuva alanına girdiğinde, dikenli balık zikzak şeklinde bir kur dansı yapar. Dişiyi tünel şeklindeki yuvasına götürür ve burnuyla yuvanın girişini işaret eder. Dişi yumurtalarını bıraktıktan sonra erkek yumurtaları döllemek için yuvanın ön girişinden içeri girerken, dişiyi arka çıkıştan dışarı iter. Yuva birkaç dişi tarafından yumurtayla doldurulduğunda erkek nöbet tutar ve tünelin içine tatlı su akışını sağlar. Ayrıca yuvanın kırılıp giden bölümlerini onarır. Yumurtalar çatladıktansonra, birkaç gün daha nöbet tutmaya devam eder. Daha sonra alt kısmını yavru dikenli balıklar için "çocuk odası" olarak bırakarak, yuvanın tepesini koparır.




Ok Kurbağası:

 Bu kurbağayı yutan bir insan 1 dakikadan az bir sürede yaşamını yitirir. Batrakotoksin (Batrachotoxin) denilen zehri bilinen en etkili zehirden bile 250 kat güçlüdür. Boyu yalnızca 2,5 cm olmasına rağmen, bir insan ona dokunduğu anda vücuduna 400 farklı alkali zehir yayılmaya başlar. Zehir kana karışırsa 1 dakika içerisinde öldürebilir. Derisindeki zehir 30.000 fare yada 150 insanı öldürebilecek güçtedir.Bilimadamları bunun Amazonlar'da yaşayan zehirli karıncaları yemelerinden kaynaklandığını, bu zehirlerin derideki keseciklerde depolandığını öne sürmüş ve bunu kanıtlamışlardır.     



Rheobatrachuslar:

Dişi Rheobatrachuslar, döllendikten sonra kendi yumurtalarını yutarlar. Ama bu yumurtalarla beslenmek için değil, onları korumak için.. Yumurtalardan çıkan iribaşlar midede kaldıkları 6 hafta boyunca sürekli gelişir. Peki iribaşlar nasıl olmaktadır da uzun zaman sindirilmeden midede kalabilmektedir?

Yavrusunu ağzından dünyaya getiren Rheobatracbus kurbağası
Bunun için kusursuz bir sistem yaratılmıştır. Öncelikle anne kurbağalar, bu 6 haftalık üreme mevsiminde yemeyi, içmeyi keser. Bu sayede mideleri sadece yavrulara tahsis edilmiş olur. Ancak bir diğer tehlike, midenin düzenli olarak salgıladığı hidroklorik asit ve pepsindir. Bu salgıların normalde yavruları çok kısa sürede parçalayıp öldürmesi gerekir. Ancak buna karşı çok özel bir tedbir alınmıştır. Anne karnındaki sıvılar, yumurta kapsüllerinden, daha sonra da iribaşlardan salgılanan "prostaglandin E2" adlı salgıyla etkisiz hale getirilir. Böylece yavrular bir asit havuzu içinde yüzmelerine rağmen güvenli bir biçimde büyür.Yavrular mideden çıkıp dış dünyaya adım atarken, annenin yemek borusu, aynen doğum sırasındaki vagina gibi genişler. Yavrular dışarı çıktıktan sonra ise anne yemek yemeye başlar ve mide eski haline döner.




Boulengerula taitanus:


Boulengerula taitanus adı verilen tropikal etobur sürüngenin dişileri, yetişkinliğe erene kadar yavrularına kendi derilerini ikram ediyor.
  Bilim adamlarına göre bu durum hayvanlar aleminde şimdiye dek görülmemiş bir olay. Çünkü 20-30 santimetre boyundaki yavrular, annelerinin dış deri hücrelerini kemirmeye elverişli özel dişlerle dünyaya geliyor.
Londra'daki Tabiat Tarihi Müzesi'nden Mark Wilkinson başkanlığındaki araştırma ekibi, kemirilen epitel dokunun lipide (yağ) dönüştüğünü tespit etti. Yağ hücreleri, minik yavruların hızla büyümesini sağlıyor.
  Laboratuvar şartlarında yapılan gözlemlere göre, yavrular bir hafta içinde yüzde 11 büyürken, annenin vücut kütlesi yüzde 14 azaldı. Yavruların midesinde neler olduğunu da inceleyen araştırmacılar, annelerinin derisinin yavruların tek besin kaynağı olduğu sonucuna vardı.



Basiliks:

Suda yürüyen kertenkele saniyede 20 adım atarak suyun üstünde çılgınca koşar. Ayakları suya değdiği anda, her bir parmak iyice kasılarak ayağın yüzey alanının artmasını ve suyu kolayca itmesini sağlar. Böylelikle ayaklar, vücudun ağırlığını rahatlıkla dengelerler. Kertenkelenin ayakları suyu ittiğinde, bir hava baloncuğu oluşturarak fazladan destek sağlar ve diğer ayağın dönüşünü tamamlayıp suya değmesi için zaman kazandırır. Ağırlık ikinci ayağa aktarılırken kertenkele, baloncuk yok olmadan önce birinci ayağını sudan çeker. Hava baloncuğu çok önemlidir, çünkü ayağı doğrudan suya değecek olsa, kertenkele suya düşebilir. Ayrıca kertenkelenin hareketi insanla kıyaslandığında, insanın bu hareketi gerçekleştirebilmesi için saniyede 30 m. koşması ve azami kas esnemesinin 15 katı bir esneme yapması gerekir ki, bu olanaksızdır. 





GEKO:
Geko, nemli tropik bölgelerde yaşayan bir tür kertenkeledir. Ancak bu kertenkele diğer hem cinslerinden bir özelliğiyle ayrılır. Geko duvarda veya tavanda, düz bir yolda yürüyormuşçasına rahat hareket edebilir ya da cilalı bir zeminde baş aşağı bir konumda koşturabilirler. Hatta düz bir tavana tek ayağı ile tutunup, vücudunu aşağı bırakarak asılı durabilirler. 
Gekonun ayaklarının hangi özelliği zemini sıkıca kavranmasına imkan tanımaktadır?
Geko ayaklarında bir yapışkan madde salgılayarak tutunuyor olabilir mi? Bu mümkün değil; çünkü hayvanda yapıştırıcı madde salgılayacak herhangi bir salgı bezi mevcut değildir.
Üstün kavrama özeliğinin vantuzlama yoluyla sağlanması da imkansızl. Çünkü gekonun ayakları vakum ortamında da iş görebiliyor. Bu gekonun vantuzlama yöntemini kullanmadığının en büyük göstergesi. Havanın olmadığı yerde, bir pompayı zemine yapıştırmanın imkansız olduğunu hatırlayın.
Elektrostatik çekimde de söz konusu değil; çünkü yapılan deneylerde gekonun elektron iyonu yüklenmiş havada bile yüzeylere tutunabildiği görülmüştür. Eğer elektrostatik çekim kullanılıyor olsa idi havaya yüklenen iyonlar, bu çekim kuvvetini etkileyip gekonun tutunmasını engellerdi.
Portland'taki Lewis & Clark College'dan çevre fizyologu Kellar Autumn ve University of California Berkeley'den Bio-mühendis Robert Full tarafından liderlik edilen ve Massatchusetts IS Robotics tarafından desteklenen geko takımı gekonun nasıl tırmandığını mikroskobik açılardan incelemişlerdir.
Geko ayaklarında, belki de sadece nükleer fizikçilerin haberdar olabilecekleri bir kuvvet mevcuttur:
Hayvanın ayak parmakları, tıpkı bir kitaptaki sayfalar gibi ince doku yaprakları ile kaplıdır. Her bir yaprak "setae" adı verilen yüz binlerce kıl benzeri uzantılarla kaplıdır. Bir tek gekoda bu kıllardan 2 milyonun üzerinde sayıda mevcuttur. Bu staeler spatula benzeri yüzlerce uca ayrılmaktadır. Her bir ucun kalınlığı milimetrenin beş binde biri kadardır (bir bakteriden bile küçük).
Geko takımının üyeleri bir tane setae'yi ayırıp mikroskobik bir alıcıyla yapışkanlık gücünü ölçtüler. Gekonun ayaklarını uyararak araştırmacılar setayı alıcıya bastırdılar ve sonra geri çektiler. Ve bir tek setanın şaşırtıcı bir güçle çabalarına karşı geldi, bir karıncayı kaldırabilecek kadar bir gücü vardı. 
Bu kıllar hayvanın topuklarına bakacak biçimde konumlandırılmıştır. Geko adım atarken, ayak tabanını yüzeye bastırır ve hafifçe geriye çekerek, kılların zemine maksimum düzeyde temas etmesini sağlar.
Bu esnada ayak ile yüzey arasında, moleküler düzeyde "Van der Vaals" adı verilen zayıf bir çekim kuvveti oluşur. Bu bağlar, bitişik iki atomun taşıdığı elektrostatik yükten kaynaklanır. 
Bir atom pozitif yüklü çekirdeğin negatif yüklü elektron bulutuyla çevrilmesinden oluşur. Eğer çekirdeğin pozitif yükü elektronların negatif yüküne eşitse atom bir yük taşımaz. Ancak elektronlar çekirdeğin etrafında gelişi güzel dolaşırlar. Bazen hepsi çok kısa bir an için olsa dahi atomun bir tarafında toplanırlar. Bu durumda atomun bir tarafı geçici olarak negatif yüke sahipken diğer tarafı artı yüke sahip olacaktır. Bu değişken yükler çevredeki atomları da etkiler: Bir ağacın gövdesine değen bir setayı gözünüzde canlandırın. Şimdi setanın ucundaki atomun elektrik yüklendiğini ve pozitif yüklü tarafının ağaca yakın olduğunu hayal edin. Pozitif yük ağacın gövdesindeki en yakın atomların elektronlarını çekecek ve her iki atomu bir araya getirecektir.
Ayak dolayısıyla da kıllar, belirli bir açı ile kaldırılınca çekim kuvveti de ortadan kalkacak ve hayvan ilerleyebilecekti. 
Van der Waals kuvveti sizin eliniz ve duvar arasında da vardır ama çok zayıftır. Atomik seviyede bakacak olursak elinizin yüzeyi dağlarla kaplı gibidir ve sadece tepedeki atomlar duvarla temas ederler. Ancak gekonun ayağındaki binlerce ıspatula ucu tıpkı bir tutkal gibi duvara yapışır.
Ancak eğer gekonun parmakları gerçek yapışkanla kaplı olsaydı (veya bir zamanlar bilim adamlarının sandığı gibi vantuzlarla) gekonun her ayağını kaldırdığında bu yapışkanlığı kırmak için çok fazla enerji harcaması gerekirdi. Ancak geko takımının bulgularına göre, gekonun duvara değdiği açıyı değiştirmesi ayağını çekmesi için yeterlidir.